escort bursa - escort bayan - gorukle escort bursa escort - bayan escort gorukle escort bursa
adalar escort adana escort anadolu yakası escort ankara escort antalya escort arnavutköy escort ataşehir escort avcılar escort avrupa yakası escort aydın escort bağcılar escort bahçelievler escort bakırköy escort balıkesir escort başakşehir escort bayrampaşa escort beşiktaş escort beylikdüzü escort beyoğlu escort bodrum escort bursa escort büyükçekmece escort çanakkale escort çatalca escort diyarbakır escort düzce escort edirne escort elazığ escort esenler escort esenyurt escort eyüp escort fatih escort gaziantep escort gaziosmanpaşa escort güngören escort istanbul escort izmir escort kadıköy escort kağıthane escort kartal escort kocaeli escort konya escort küçükçekmece escort kuşadası escort malatya escort maltepe escort marmaris escort mersin escort muğla escort pendik escort rus escort sakarya escort sancaktepe escort sarıyer escort şile escort silivri escort şişli escort sultanbeyli escort tuzla escort ümraniye escort üsküdar escort yalova escort
Bugun...


Mustafa USTA

facebook-paylas
Erdoğan, Milli Görüşe (Geri) mi Dönüyor?
Tarih: 11-07-2020 17:36:00 Güncelleme: 11-07-2020 17:36:00


İstanbul Sözleşmesi, Ayasofya, barolar, sosyal medya, …

İslam hukuku, İslam ekonomisi, yeni bir tarih yazılması, inananların bir araya getirilmesi, …

2023’e atıflar, 100 yıllık filmin sonu, inkılaba az kalması, …

Ve 2000 öncesinin Erdoğan’ı, 2000 ile 2020 arasındaki Erdoğan, 2020 sonrasının Erdoğan’ı…

Son günlerde yaşananların sizce başka bir açıklaması var mı?

***

Peki, öyleyse, başlayalım.

Önce yakın tarihe kısa bir yolculuk yapalım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyasete dair bilgi ve kültürünü, kimliğini, Milli Görüş geleneğinde aldı.

Bu camiada tanındı, Belediye Başkanı oldu. Belediye Başkanı oldu ama daha büyük hedefleri vardı. O, Türkiye’yi yönetmek istiyordu.

Bunu en iyi bilen kişi ise, merhum Erbakan’dı.

***

Erdoğan’a göre dava, felsefe, büyük ve önemli olabilirdi ama eğer lider büyük değilse, o dava da, felsefe de layık olduğu yere taşınamazdı.

Çünkü büyük davalar, ancak büyük liderlerin öncülüğünde neşvünema bulabilirdi.

Liderlik ise Allah vergisiydi, öyle her isteyen ‘büyük lider’ olamazdı.

Bu büyük lider ise Erdoğan’dan başkası değildi. Kendisi böyle inanıyordu, fakat böyle inanmasını sağlayan milyonlar da vardı.

Ve Erdoğan bu düşüncelerle Milli Görüş hareketinin lideri olmaya karar verdi.

Verdi vermesine de ‘aksaçlı ağabeyleri’ buna izin vermedi.

Görünürde, Kutan ile Gül yarışıyordu ama asıl yarış, iki siyasi yasaklı olan, Erbakan ile Erdoğan arasındaydı. Ve Erbakan’ın, bu mirası Erdoğan’a yedirmeye hiç niyeti yoktu.

Erbakan kazanınca, yol ayrımına gelindi ve süreç, Erdoğan ve arkadaşlarının yeni bir parti kurmasıyla neticelendi.

***

Fakat kopuşu ifade eden bu kısa zaman aralığında, çok önemli kırılmalar da yaşandı.

Zira Erdoğan ve arkadaşları, yönetimine talip oldukları Milli Görüş siyasetinden çok daha farklı olduğunu iddia ettikleri bir partiyle yola çıkıyordu.

O zaman soralım: “Erdoğan ve arkadaşları, Milli Görüşten fiziken koparken, fikren de kopmuş muydu?”

Eğer kopmuşlarsa, buna neden olan şey neydi? Yoksa ülkenin Milli Görüş partileriyle yönetilmesinin ya da Milli Görüşü temsil eden kadrolarla iktidar olunmasının mümkün olamayacağını mı görmüşlerdi/anlamışlardı? Bu inancı doğuran şey(ler) neydi?

Bu soruları tamamlayan iki iddiayla devam edelim.

İlki, Erdoğan ve arkadaşları, Fazilet Partisi’nde başlattıkları mücadelenin başarıya ulaşacağına zaten inanmıyordu. Amaçları ayrılış öncesinde süreci tüketmek ve gerekçe üretmekti. Yani bu kopuş, taktik bir kopuştu.

Yani onlar, değişmişti!

İkinci iddia ise şu; Erdoğan ve arkadaşları, siyaseten inandıkları değerleri (Milli Görüş) terk etmemişti, fakat bu değerlerin siyasete dönüşmesine, yani partinin iktidar olmasına engel olarak gördükleri oligarşik yapıyı aşamayacaklarını anlamışlardı ve hareketten taktik bir çıkış gerçekleştirmişlerdi.

Yani onlar değişmemişti!

***

AK Parti kurulduktan sonra Erdoğan, partinin yerini göstermek açısından, kafalardaki bu soruların cevabını şöyle verecekti:

“Biz o gömleği (Milli Görüş) çıkardık!”

Fakat gerçek şuydu: “AK Parti’yi kuran kadrolar, bilhassa beyin takımı, Milli Görüşçü idi.”

Acaba, “Biz artık o eski biz değiliz” demek yetiyor muydu, yoksa bu da bir taktik miydi, onu da zaman gösterecekti.

***

Erdoğan ve arkadaşları şunu da görmüştü:

“Ülkenin (insanlığın) temel problemlerinin çözümü için ne kadar iyi/kutsal olursa olsun, program/felsefe yetmiyordu. Zira hem halk ‘kendi yaranına olacak bir görüş ve kadroyu’ işbaşına getirmiyordu hem de ‘mevcut sistem’ buna izin vermiyordu!”

Öyleyse yapılacak olan şey belliydi: “İktidara gelebilecek bir parti kurmak ve zaman içinde bu görüşleri hayata geçirmek.”

Türkiye’de bunun tek bir yolu vardı: ‘Önce merkez sağ seçmenin, ardından da siyasete ideolojik bakmayan, pragmatist seçmenin oylarını almak.’

Ve onlar da öyle yaptılar. Konjonktürün de etkisiyle/yardımıyla, seçimi kazanmalarını sağlayacak söylem ve vaatlerle seçmenden oy istediler, iktidara gelince de aynı anlayışla yönettiler.

Hem içeride hem de dışarıdaki meşruiyet krizlerini aşmanın yegâne yolu da buydu.

***

İşte film tam da bu noktada kopmaya başladı. Ve o tarihi yanılgı gerçekleşti:

‘Mesele iktidara gelebilmektir, mesele kimin iktidarda olduğudur!’ Yani, ‘mesele yönetim değil, yöneten meselesidir!’

Eğer niyetiniz halis ise, iktidara gelme biçiminiz önemli değildir, anlayışı.

Erdoğan ve arkadaşları, Türkiye’de ideolojik siyaset yapanların göremediği bu gerçeği görmüştü ve yola bu anlayışla çıkmıştı!

Fakat bu tarihi bir yanılgı idi. Oysa ‘mesele, iktidara nasıl geldiğiniz ve iktidarı nasıl kullandığınız meselesinden başka bir şey değildi.’ Bunu da tarih/zaman gösterecekti.

Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi ‘marifet kavukta değildi’, marifet okuma-yazma bilmekteydi. Kavuğun siyasete tercümesi ise, ‘yönetimine talip olduğunuz ülkenin ve insanların, hatta dünyanın bilgisine sahip olmak’ idi.

Hülasa, mesele Erbakan’ın da sıkça tekrarladığı, “At sahibine göre kişner!” meselesinden çok daha derin ve öte bir meseleydi.

Ama bunu görememişlerdi. Görememişlerdi, zira içinden geldikleri kültür, bunu görmelerini sağlayacak bir yapıda değildi.

***

İşte iktidara yüklenen bu farklı anlam sebebiyle, AK Parti pratikte savrulmalar yaşamaya başladı ama bunu bir savrulma olarak değil, ‘taktik siyaset’ olarak gördüler, halen de öyle görüyorlar.

Çünkü yola çıkarken kurdukları teoriyi kutsadıkları için, onda hata olabileceğini düşünmüyorlar. Ulvi bir amaca yönelik teori, hatalı olabilir miydi? Elbette olamazdı!

Eğer varsa bir sapma/hata, bu teoriden değil, uygulayıcılardan kaynaklanabilirdi. Bu nedenle teori/anlayış değil ama lider dışındaki uygulayıcılar, yani kabineler, kadrolar değişti, değişiyor, değişmeye devam edecek.

Teoriyi ve onunla bağlantılı olarak ‘liderin şahsında tecessüm eden anlayışı’ eleştirenler gidecek, yerine, teoriyi ve bu anlayışı sorgulamayanlar gelecekti. Öyle de oldu, oluyor. Peki, nereye kadar?

***

Ve AK Parti, ilerleyen yıllarda bütün merkez sağ (popülist-pragmatist) siyasi hareketlerin içine düştükleri o krizle yüzleşti.

Yollar, köprüler, binalar yapmak (maddi yatırımlar) toplumun huzurlu ve mutlu olması için yetmiyordu.

Ve elbette ki yeni (ideal) bir toplum inşa etmek de, imam-hatipler açmakla (manevi yatırımlar) gerçekleşebilecek bir hedef değildi.

Erdoğan, partisini ve kendisini var eden merkez sağ anlayışla problemleri çözemeyince ve bu yapının kaçınılmaz olan periyodik krizlerini yönetemeyince, işler kötüye gitmeye başladı.

Bu durumda yapılacak şey belliydi: Geçmiş iktidarların yaptığı gibi ‘kötü ve yanlış yönetim anlayışından kaynaklanan krizlerin faturasını’ topluma ödetmek!

Örnekleri boldu; 24 Ocak, 5 Nisan,… Devalüasyonlarda ve acı reçetelerde somutlaşan örnekler…

Fakat geçmişte işe yarasa da, bugün ulaşılan açıklık koşullarında ve popülist söylemin derinden etkilediği, bedel ödemeye yanaşmayan seçmen tipinde, artık bu politikalar büyük riskler içeriyordu.

***

Peki, ne yapılmalıydı?

‘İç ve dış düşmanlar, işbirlikçiler’ gibi ithamlar beklenen getiriyi sağlamıyordu. Beka söylemleri de işe yaramamıştı, çünkü vatandaşın bekadan anladığı şey, daha çok ‘kendi bekası’ idi. Popülist siyaset, kısa vadede getiri sağlamıştı ama uzun vadede, bumerang etkisi yapmıştı!

Riskin yüksek olduğu şartlarda seçime de gidilemezdi.

Öyleyse yapılacak şey, en güvenilen kadrolara yaslanarak bu süreci atlatmaya çalışmak, bunun için de mevcut imkânları kullanmak olabilir miydi?

Peki, kimdi o en güvenilen kadrolar? Elbette ki Erdoğan’ın ideolojik yakınlığı olan kadrolar, ağırlıklı olarak Milli Görüşçüler ve yeni nesil imam-hatip mezunları ve bu çevrelerden gelenler…

***

Bu kesimin en belirgin özelliği, Erdoğan’a olan sadakatleriydi. Bazen inanmasalar da, iktidarın uygulamalarına, ya ‘Reisin bir bildiği vardır’ ya da ‘Reis zarar görmesin’ diyerek ses çıkarmıyorlardı. Ama daha çok da ‘kazanımların kaybedilme korkusu’ ağır basıyordu.

İşlerin bir gün daha iyi olacağına dair inançları, onları hem motive ediyordu, hem de sabretmeyi kolaylaştırıyordu.

Dikkat ederseniz Erdoğan’ı ve iktidarını en sıkı savunanlar, yazarından çizerine, siyasetçisinden bürokratına, ya Milli Görüş geleneğinden gelen isimler ya da yaşları itibarıyla Refahlı yılları görmeyen ama görenlerin/yaşayanların çocuklarından oluşuyor.

***

Hülasa Erdoğan, eski Erdoğan değil. Haliyle AK Parti de öyle.

Acaba son zamanlardaki söylemler/uygulamalar, tamamen bir tesadüf olabilir mi? Yoksa bilinçli bir siyaseti sonucu mudur?

Birkaç başlık hatırlayalım;

Bugün İstanbul Sözleşmesi tartışılıyor, feshedilebileceğinden bahsediliyor. Oysa ilk imzalayan ülke bizdik, o günlerde davul-zurnayla bu imza, büyük ve tarihi bir başarı olarak ifade edilmiyor muydu?

Ayasofya, ibadete açıldı. Oysa daha dün bu yöndeki talepler ‘tezgâh’ olarak nitelendirilmiyor muydu?

Ankara Barosunun, İslam Dini hakkında tasvibi mümkün olmayan sözlerinden dolayı, barolara çeki düzen verilmesi için düğmeye basıldı ve ilgili kanun yasalaştı.

Sosyal medyadan en çok iktidar yararlanıyordu ama sonra buradaki getirinin götürüsünü karşılamadığı ortaya çıkınca, yaşanan kötü örnekler gerekçe gösterilerek düzenleme yapılması gündeme geldi.

Bütün bu adımların bir de öncesi var:

Başta Şevki Yılmaz gibi radikaller olmak üzere, İslam Hukukuna geçilmesi (ki bu yeni bir devlet ve yeni bir rejim demektir), İslam ekonominin uygulanması, resmi (yalan) tarihin yerine yeni (doğru) bir tarih yazılması, bütün Müslümanların (KHK mağdurları da dâhil) bir araya getirilmesi için yeni bir kardeşlik ve uhuvvet politikası güdülmesi, güç birliği yapılması, yazılıp çiziliyor, iktidara telkinlerde bulunuluyor.

Öte yanda, 2023’e atfen Cumhuriyet ve laik-rejime yönelik bilinçaltındaki düşünceler açığa çıkıyor, inkılabın yaklaştığından, perdenin kapanıp yeni bir perde açılacağından bahsediliyor.

Ve Erdoğan’ın dün yaptığı ‘fetret devri’ benzetmesi, bütün bu beklentilerin karşılık bulduğunu gösteriyor.

Haliyle iktidarın attığı, atmayı düşündüğü bütün bu adımlar, radikal kanadı mutlu ediyor, onların taleplerinin gerçekleşmesini sağlıyor.

***

Bütün bu yaşananlardan/yaşanacaklardan sonra, şu sorular cevap bekliyor:

Merkez sağ oylarla işbaşına gelen ve orada kalan Erdoğan, kriz döneminde içe kapandıkça ve radikal kanada döndükçe, acaba sonuç ne olur?

Yoksa biz ‘radikal kanadı’, niceliksel olarak ve 1990’lar itibarıyla, oyu en çok yüzde 20’lere çıkabilen bir yapı/kesim olarak değerlendirerek, hata mı yapıyoruz?

1990’larda merkez sağ-radikal sağ ayrışmasında, açık ara önde olan merkez sağ oylar, bugünde eski yapısında ve gücünde midir?

AK Parti, 18 yıllık iktidarında, bu sayıyı kendi lehine artırmış olabilir mi?

Eğer öyle değilse, Erdoğan gibi bir siyasetçi, nicelik olarak küçük bir yapıya yaslanarak neden böylesi bir risk almaktadır?

Yoksa günün şartlarında mesele nicelik değil de, nitelik midir?

***

Cevap bekleyen diğer bir soru da şu:

2000 öncesindeki Erdoğan’ın siyasetteki nihai hedefi neydi? Yani nasıl bir Türkiye hayal edip, nasıl bir resim çiziyordu?

2000’den bugüne, zaman zaman 2000 öncesini çağrıştıran söylemler/eylemler olsa da, temel politikalar itibarıyla 2020’ye kadar eski Erdoğan değil, yeni Erdoğan öndeydi.

2020’ye doğru ne olmuştu da, eski Erdoğan öne çıkmaya başlamıştı? Bunu sadece iktidara olan desteğin azalmasıyla açıklamak mümkün müydü?

Eski Erdoğan’ın kadim hayal ve hedefleri, görece en güçlü olunan dönemlerde (2009-2012) değil de, neden güç kaybedildiği dönemde açığa çıkmıştı? 

***

Düzçizgisel bir bakışla, her yeni günün daha iyi olacağı ve şartların lehte gelişeceği beklentisi boşa mı çıkmıştı? Yani işler beklendiği yönde gitmemiş, ‘at sahibine göre kişnememiş miydi?’

Şartlar aleyhte gelişirken, bir taraftan da zaman daralıyordu. Onca çaba ve gayretlerin heba olma ihtimali vardı, üstelik de asırlık bekleyişin sonucu elde edilen bu fırsat, belki bir daha geri gelmeyecek şekilde uçup gidebilirdi.

Üstelik trenden inenler, büyük bir oyunun parçası olarak! trenin vagonlarını birbirinden ayırmaya çalışıyordu.

Acaba bütün bu gerçekler görülmüş ve daha fazla güç kaybedilmeden, bugüne kadar elde edilen kazanımlar üzerinde, iktidarın imkân ve gücünün de kullanılmasıyla yeni bir aşamaya geçilmek isteniyor olabilir miydi?

Bence, son günlerde yaşananları, bu çıkarımların dışında değerlendirirsek, ıskalayabiliriz.

Bütün bu sürecin tamamlayıcı adımı da, milliyetçi ve maneviyatçı kesimin yükselen heyecanını ve desteğini, oya tahvil edecek bir sandık hamlesi olabilir mi? Zor ama imkânsız değil.

Fakat bütün bu adımlar başarılı olsa da, bu iki kesim (milliyetçiler ve maneviyatçılar) aynı hedefe, birlikte yürüyebilir mi? Ya da birlikte yürüdükleri hedef, acaba aynı hedef midir?

Bunu da bekleyip göreceğiz.

Temennimiz, yarınlarımızın bugünlerimizi aratmamasıdır…

 





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
Henüz anket oluşturulmamış.
HABER ARA
YUKARI