Biz demokrasi konusundaki fikirlerimizi bu aşağıdaki köşe yazımızla iki yıl önce ortaya koymuştuk. Yarın yapılacak seçimler öncesi tekrar yayınlamak istedik. Demokrasi, en kötü yönetim biçimidir. Elbette diğerlerini saymazsak.. Bu söz Winston Churchill'den alıntıdır. Ama meseleyi özetleyen bir özelliği bulunmaktadır. İsterseniz gelin hep birlikte kısa bir demokrasi yolculuğu yapalım..
Demokrasinin, tek meşru yönetim biçimi olduğu genel kabul gören bir hal almıştır. Bugün artık "kim yönetecek?" sorusunun cevabını, demokrasi ile diğer yönetim biçimleri arasında değil, demokrasinin farklı yorum ve pratikleri arasında arıyoruz. Meşru, ahlaki ve insanî tek yönetim biçimi olduğu iddia edilen demokrasiyi bütün dünya milletleri daha da geliştirmek ve mükemmele ulaştırmak arayışı içinde olduğunu vurguluyor. Peki sahiden de demokrasi iddia edildiği gibi tek meşru yönetim biçimi olarak değerlendirilip bir nevi dokunulmazlık zırhına büründürülmeli mi? Herkesin diline pelesenk olmuş ve siyasetçilerin söylemlerini meşrulaştırmak ve haklı bir temele oturtmak için araç olarak kullandığı bu "demokrasi" gerçekte nasıl bir yönetim biçimidir? Cemil Meriç'in bizim de çok sevdiğimiz bir demokrasi tanımı vardır. Meriç aynen şöyle söylemektedir:
"Demokrasi ineklerin kendilerini hangi kasapların keseceğini seçme özgürlüğüdür"
Gerçekten öyle. Dünyanın bu yüzyılda hangi ülkesine bakarsanız bakın bu tanımın o ülke için geçerli olduğunu gözlemleyeceksiniz. Demokratik rejimlerin hepsinde insanlar kimi seçerse seçsinler sonunda kasapların elinde etlerinden faydalanılacak bir kitle olarak siyasi tercihte bulunuyorlar. Demokrasinin nasıl bir yönetim rejimi olduğuna dair biraz daha derinlemesine bir bakış ortaya koymak için Abdülvahit Yahya nam-ı diğer Rene Guenon'un demokrasi ise ilgili tespitlerine bakalım:
"Demokrasi, her ne kadar halkın kendi kendini yönetmesi olarak adlandırılsa da bu, haddizatında imkânsız bir şeydir. İnsanların böyle düşünmesi tam bir akılsızlıktır. Felsefi anlamda mümkün olmadığı gibi pratikte de bir aldatmacadan ibarettir. Filhakika halk, kendi yöneticilerini seçtiği zannıyla pohpohlanır ve böylece mesut olur. Çünkü kitleler, bunun mümkün olamayacağını görebilecek kadar bilgili ve bilinçli değildir. İllüzyonun devam etmesi için 'oy hakkı' icat edilmiştir. Halk, oy hakkı ile kendini bağlayan yasaları kendisinin yaptığını zanneder. Oysa gerek seçim gerekse kanun yapma süreçlerinde halkın kanaatleri, ustalıkla manipüle edilir ve yönlendirilir"
Bu cümleleri samimi olarak okuyup değerlendirdiğimizde Guenon'a hak vermemek elde değil. Guenon'un neden bu cümlelerinde bu kadar haklı olduğunu tespit etmek noktasında bir de ABD'de 2004 yılında yaşanan başkanlık seçiminden örnek verelim. 2004 Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık Seçiminde Cumhuriyetçi Parti Adayı George W. Bush ve Demokrat Parti Adayı John Kerry yarışmıştı. Bush'un kazandığı seçimlerde hem ABD hem de dünya kamuoyu, gözlerinin önünde olan bir gerçeği görmemiş, görenler de fazla önemsememiş ve umursamamıştı. O gerçek de şuydu. Hem Bush hem de Kerry her ikisi de Skull and Bones Society (Kuru Kafa Kemikler) isimli gizli bir kardeşlik cemiyetinin üyesiydiler. Bu cemiyetin fikir ve inanç dünyasını ortak ideal olarak paylaşan bu iki aday; sanki farklı siyasi pozisyonlarda bulunuyor, sanki farklı ideallerin ve dünyaların insanlarıymış gibi görüntü vererek ABD ve dünya kamuoyu önünde "demokratik ortamda" yarışmalarının sonucunu ABD vatandaşlarının "başkan seçimi tercihi" olarak gösterebilmişti. Oysa ABD'de o yıl iktidara gelen kim seçilirse seçilsin Skull and Bones'tu. Cumhuriyetçi ya da Demokrat Parti adayı olmak "demokrasi oyunu oynamak'tan öte bir anlam taşımıyordu. Cemil Meriç'in yukardaki ifadesiyle olan biten ineklerin kendilerini kesecek kasabı seçme özgürlüğünden ibaretti. Seçilen şu veya bu kişi sonunda kaçınılmaz olarak "kasap" oluyordu.
Diyeceğimiz o ki "Demokrasi" yönetim tekniklerinden bir teknik olarak bu şekilde farklı inanç ve ideallerin arka planını gizlemede bir enstrüman olarak kullanılıyor. Peki biz Müslümanlar açısından konuşursak Müslümanlar siyasi yönetim tekniklerinden hangisini benimseyip nasıl bir model hayata geçirmelidirler? Çözümü nasıl bulacağız? Bizce bunun yolunu da Peygamber Efendimizin Medine Sözleşmesi örneğinde bulabiliriz. Ali Bulaç'ın son yıllarda gündeme tekrar taşıdığı ve bir yönetim modeli olarak kamuoyu önüne serdiği Medine Sözleşmesi modelinin önemli siyasi çözüm yolları sunduğu kanaatini de taşıyoruz, Ali Bulaç "Din ve Siyaset" kitabında önerilen Medine Sözleşmesi temelindeki İslami çoğulcu modelin özelliklerini şu şekilde ortaya koyuyor:
"..Bizim önerdiğimiz Medine Sözleşmesi temelindeki İslami çoğulcu modelde temel çerçeve her bir sosyal blokun sözleşme esnasında kendi özgür iradesiyle seçtiği hukuk ilkelerine göre ve başkalarıyla bir arada yaşamayı kabul etmesidir. Burada öncelikle söz konusu olan, yekpare olarak halkın veya üniter tekil bir yapıda teşekkül eden bir ulusun değil, -çünkü bu model üniter devlet biçimine aykırı değildir- ama siyasal yapıda yer alan sosyal blokların kendi kendilerini tanımlamaları ve kendileri için geçerli olacak bir hukuk sistemini ortaya koymalarıdır. Bu, din özgürlüğü ve serbest tercih bakımından zorunludur, bu sayede belirsizlikler ortadan kalkar ve herkesin kendini bağlayan standartları tayin edilmiş olur. Model, 49'a karşı 51'in üstünlüğü ilkesini reddeder, ancak yerine 99'a karşı 1'in bütün temel hak ve özgürlüklerini korumayı üstlenir. Çünkü bir toplumun yüzde 99'u müslüman olsa ve bu müslümanların tümü, İslami kural ve telakkiye göre yaşamak istese bile -ki teorik olarak öyle olması gerekir- geri kalan yüzde 1'lik küçük azınlık -bu Hristiyan, Yahudi, Ateist, Ateşetapar, Fetişist, Yezidi, Sosyalist, Liberal vb, olabilir- İslami kural ve gereklere göre yaşamakla yükümlü tutulamazlar. Medine Vesikası ve sonraki dönemlerde bu metnin çoğulcu ve katılımcı ruhunu kısmen de olsa sürdüren 'zimmi hukuku' bunun somut tarihsel kanıtıdır..."
Sonuç olarak bu tespitlerin içerisinde ifadesini bulan İslami bir çoğulcu modelin Batılı anlamda demokrasilerden çok daha üstün özelliklere sahip olabileceğini düşünmekteyiz.