1xbet betist supertotobet
istanbul escort istanbul escort bayan
konya escort
istanbul escort
https://home.gis.gov.gh/
Bugun...


Mustafa USTA

facebook-paylas
Ölümden En Çok Kimler Korkuyor?
Tarih: 09-04-2020 13:19:00 Güncelleme: 09-04-2020 13:40:00


“Ölüm, eğer bir gün kapınızı çalarsa, beklenmedik bir şey yapın: Bırakın içeri girsin.

Eğer sizi korkutmaya çalışırsa, kaçmayın. Gülümseyin ve ona sarılın.

Eğer yüzünüze karşı sırıtırsa, ona engin bir nezaketle karşılık verin. Ölüm böylesi kibar tavırlara alışık olmadığı için, bu durum onun dengesini kesinlikle bozacaktır.”

Yukarıdaki satırlar, Costica Bradatan’ın ‘Fikirler İçin Ölmek: Filozofların Tehlikeli Hayatları’ isimli kitabından alıntıdır. Sözler, Michel de Montaigne’e aittir.

 

Virüse Yakalanmaktan mı, Yoksa Ölmekten mi Korkuyoruz?

Koronavirüs salgınının bütün dünyayı korku ve endişeye sürüklediği, insanların birbirinden kaçtığı, gelecek hayal ve beklentilerinin yerle bir olduğu günlerden geçiyoruz…

En acımasız düşmanının yuvasının dışında beklediğini bilen bir hayvanın ‘yüksek bir ölüm riski taşısa da’, arada bir başını çıkarıp düşmanının hala kendisini bekleyip beklemediğini merak ettiği gibi, korkumuzu artıracağını bilsek de virüsle ilgili haberleri okumaktan/dinlemekten kendimizi alamıyoruz.

Varını yoğunu kaybettiğini bilmesine rağmen yine de borsadaki rakamları görmekten kendini alıkoyamayan insanlar gibi, her akşam açıklanan ‘ölüm istatistiklerini’ öğrenmekten de kendimizi alamıyoruz.

Bunun nedeni ölüm korkusu olabilir mi?

Peki biz virüse yakalanmaktan mı, yoksa ölmekten mi korkuyoruz?

Eğer ölümden korkmuyor olsaydık, virüsten bu denli korkar mıydık?

Gerçek şu ki, insanlar, şöyle ya da böyle, bir gün mutlaka öleceklerini bilmelerine rağmen, bu gerçeği/ölümü kabullenebilmiş değildir.

Peki ölümden en çok kimler korkuyor, bu korkularının sebepleri neler?

Hadi gelin, Montaigne’in ölüme dair ilginç tanımlarıyla devam edip, sorumuzun cevabını arayalım.

 

“Hayatın Değerini Anlamak İçin Ölüme İhtiyacımız Var”

 “…Ölüm, her zaman hayatın sona ermesi anlamına gelmiyor. Bazen yaşamı gerçekleştirecek, yoğunlaştıracak, hatta hayata yeni bir soluk getirecek çelişkili bir güce sahip oluyor. Ölümün varlığı, hayatta olanların ‘var olmanın değerini bilmelerini’ ve hatta onu daha derinden anlamalarını sağlayabiliyor.

Bu yüzden yaşamın ölüme ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Denilebilir ki, ölüm bir şekilde yasaklanırsa, yaşam yıkıcı bir darbe alacaktır.”

 

“Bir Şeyin Değerini, Onu Kaybettiğimizde Anlarız”

“…İlk olarak yaşam, kendini gerçekleştirmek için ölüme ihtiyaç duyar. Bir şeyin ne derece değerli olduğunu ancak onu kaybettiğimizde (ya da kaybetmek üzere olduğumuzda) anladığımız anları sıklıkla yaşarız. O şeyin aniden yok olma ihtimali, bize onun varlığını takdir etmeyi öğretir.”

 

“Felaketlerin Ardından İnsanlar Hayata Daha Sıkı Sarılıyor”

“Nitekim yüksek oranda ölümlere yol açan veba, savaş gibi doğal ya da toplumsal felaketlerin ardından insanların kendilerini sıklıkla maddi aşırılıklara vermeleri tarihçilerin ortaya çıkardığı ilginç bir gerçektir.

Böylesi felaketlerin ardından insanlar yepyeni bir tutkuyla (yeme, içme, cinsellik gibi) dünyevi zevklerin peşinden giderler. Sağduyunun gerektirdiği gibi, kriz durumlarında eldeki kaynakları korumak için dikkatli davranmak yerine, ortada olan ne varsa hızlıca tüketirler.

Büyük bir telaş içinde olmalarından dolayı bu insanlar, ölümün yaklaşmakta olduğu anda, yaşamın zevklerine tıka basa doymak için acele ederler. Böyle bir durumda yaşama arzularını artıran şey, tam da ölümle burun buruna gelmeleridir. İnsanların bu tavırları mantıksız gibi görünse de aslında olağanüstü bir tarafa sahiptir. Bu insanlar aslında yok olmanın eşiğinde, var olmanın mucizesini keşfediyorlar ve bunu kutluyorlar.”

 

“Ölümün Yokluğunda Hayat Çekilmez Olurdu”

“…Hayatı daha iyi anlayabilmek için de ölüme ihtiyaç duyarız. Ölümün yokluğunda yaşam sınırsız, şekilsiz ve neticede tatsız bir şeye dönerdi. Sınırları olmadığı için yaşamı kavramının bir yolu olmazdı. Bir şeyi anlamlandırmak için o şeyi hikayeleştirebilmek gerektiğinden, bir kişinin hayatı, başkalarına aktarabildiği müddetçe anlam taşır. Nasıl ki sonu olmayan bir hikâye yaratmak mümkün değilse, sonunda ölüm olmayan bir yaşam da anlamsızdır.”

 

“İnsanlar Ölümsüz Bir Hayatı Gerçekten İster mi?”

“…Ölmek, hayatı bir düzene sokmak demektir. Ölüm hayatı anlaşılabilecek şekilde derleyip toparlayan becerikli bir editör gibidir. Sonu olmayan bir insan hayatı, sıradan, maddesel varlıktan başka bir şey olamaz. Böyle bir hayat akılsızca, amaçsızca, art arda jeolojik çağlarda tüketiliverirdi. Daha gerçekçi bakmak gerekirse bunun gibi bir yaşam mümkün olsa dahi, insanlar tarafından isteneceğinden emin değilim.”

 

 “En Büyük Günah, Ölümü Kötüye Kullanmaktır”

“… 20. Yüzyılda Simone Weil, ölümü felsefi tasarısının merkezine yerleştirir. Weil’e göre ‘nasıl ölüneceğini bilmek, nasıl yaşanacağını bilmekten daha önemlidir.’ Weil ölümün “insanlığa verilmiş en paha biçilmez şey” olduğunu söyler ve ekler:

“En büyük günah, onu kötüye kullanmaktır. Başka bir deyişle ölümümüzü boşa harcarsak bir hiç uğruna yaşamış oluruz.”

 “… Bir gün hayatınızda çok önemli bir şeyin eksik olduğunu, gerçekte kim olduğunuz ile olmanız gerektiğini düşündüğünüz kişi arasında çok büyük bir uçurum olduğunu aniden ve acı acı fark edersiniz. Dahası siz bunu fark etmeden önce bu boşluk içinizi kemirmeye başlamıştır bile. Henüz tam olarak ne istediğinizi bilemeseniz de o sırada ne istemediğinizi gayet iyi biliyorsunuzdur; olduğunuz gibi kalmak. Öyle bir utanç içindesinizdir ki “var olduğunuzu söylemeye” diliniz varmaz.

 

“Ölümden Kaçış Yoktur”

“…Montaigne bundan hemen sonra daha Stoacı bir üsluba kayacaktır. Bu kısımda iki önemli gözlemine yer verir. Bunlardan ilki, kimsenin ölümden kaçışının olmadığıdır. “Ölümün bizi bulamayacağı hiçbir yer yoktur.” İnsan olmak, devamlı ölüme doğru ilerlemek demektir. Kimse bizi bu yoldan çıkaramaz. Her an nihai durağımıza biraz daha yaklaşırız. “Yolumuzun sonu ölümdür. Ölüm her daim gözümüzün önünde olan amacımızdır” (Montaigne, 2003:92)

“… Ölüm kelimesini ağza almak bile sıradan insanı korkutmak için yeterlidir. Ölüm gelip çattığında (ki zaten hiç sektirmez) bu insanlar kendilerini olabilecek en güçsüz durumda bulurlar. Öncesinde ölüme dair ne kadar büyük bir cehalete sahiplerse, yıkımları da o denli büyük olur.

“… Ölüm “kendilerine, karılarına, çocuklarına, arkadaşlarına” geldiğinde ve “onları hazırlıksız yakaladığında” der Montaigne, “o zaman görün bakın tutku fırtınaları ne kadar da bunaltıyor onları, nasıl ağlarlar, nasıl bir hiddettir, nasıl bir çaresizliktir o! Bu kadar itibarsızlaşan, bu kadar değişen, kafası bu denli karışan başka hiçbir şey gördünüz mü?”

 

“Ölümü Gafil Avlamak”

“… Bu düşünceler Montaigne’i ölümle başka bir tarzda yüzleşmek gerektiğine ikna etti. Montaigne ölüme dair genel hatlarıyla stoacı bir çerçevede kendine has bir yaklaşım geliştirdi. Bu metot, ölümü gafil avlamayı, onunla burun buruna yüzleşmeyi gerektirdiğinden, basit olduğu kadar cüretkârdı da.

“Ölüm eğer bir gün kapınızı çalarsa, beklenmedik bir şey yapın: Bırakın içeri girsin. Eğer sizi korkutmaya çalışırsa kaçmayın, gülümseyin ve ona sarılın. Eğer yüzünüze karşı sırıtırsa ona engin bir nezaketle karşılık verin. Ölüm böylesi kibar tavırlara alışık olmadığı için bu durum onun dengesini kesinlikle bozacaktır.”

 

“Ölümden, Onu Bilmediğimiz İçin Korkarız”

“Betimsel açıdan Montaigne, ölümden korkmamıza sebep olan şey hakkında pek fikir sahibi olmadığımız iddiasını öne sürer. Ölümün üzerimizdeki gücü çelişkilidir: Onu (ölümü) bu denli korkutucu hale getiren şey, olumlu özellikleri değil, aksine ölümün tam da ne olmadığıdır, çağrıştırdığı bilinmezliktir.

İşte Montaigne’in bulduğu çare tam olarak burada yatar. “Ölümün elinden üzerimizdeki en büyük kozunu almaya başlamak için” der Montaigne, “onu yabancı olmaktan” çıkaralım, “ona ayağımızı alıştıralım … ona alışalım.”

 

Evet, bu değerlendirmelerin ardından sıra geldi, ölümden en çok kimlerin korktuğuna. Fakat bunun öncesinde kısa bir değerlendirme de biz yapalım.

Ölümle ilgili fikirlerini okuduğumuz Montaigne’in yaklaşımı, Bradatan’ın da vurguladığı gibi ‘stoacı’ bir bakışın ürünüdür.

İnsanın mutluluğunu, maddi arzularının ve tutkularının esiri olmamasına, yani ‘dengeli bir hayat sürmesine’ bağlayan Stoa felsefesine göre insanlar, yaşayacaklarını önceden seçemezler. Fakat bunlarla nasıl başa çıkacaklarını seçebilirler, bununla ilgili yöntem geliştirebilirler.

İşte ölüm de başımıza gelmesini engelleyemeyeceğimiz şeylerden biridir, ancak onunla (ölüm korkusuyla) başa çıkabiliriz.

Yazarın yaptığı tam da budur: “Ölümü anlamlandırarak ölüm korkusunu yenmek.”

Bu anlayışın tam zıttı, Epikür felsefesidir.

“Ölümden neden korkuyoruz ki? Ölüm bize bir şey yapamaz. Çünkü ben hayatta iken ölüm yoktur. Ölüm gelince de ben olmayacağım. Öyleyse ölümden korkmaya gerek yoktur!”

Bu bakışta ölüm (korkusu), insanın mutluluğunu engelleyen bir şey olarak görülür ve mutlu bir hayat için ‘insanın neden ölümden korkmaması gerektiği’ ortaya konulmak istenir.

 

İyi de, ya ölümden sonrası?

İnsanoğlunun, yaratılışın ilk gününden beri ‘hayat-ölüm deveranında’ cevabını aradığı temel sorulardan biri şudur:

“Ölüm nedir? Mutlak bir yok oluş mu, yoksa yeni bir hayatın başlangıcı mı?”

Ölüm eğer yok oluş değilse, beden ve ruh nereye gitmektedir?

Elbette inanan kimseler için bu sorunun cevabı muğlak değil, bilakis berraktır:

“O (Allah), hanginizin daha güzel amel (işler) yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk süresi, ayet 2)

 

Ölümden En Çok Kimler Korkuyor?

Dindarlık ve ölüm korkusu arasındaki ilişkiyi araştıran çeşitli çalışmalarda ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor.

Hiç inanmadığını söyleyen kişilerde(örneğin ateistler), ölüm korkusu oldukça düşük seviyelerde gözleniyor.

Kendini ‘dindar’ olarak tanımlayan ve dinin gereklerini yerine getirenlerde de ölüm korkusu yine çok düşük olurken, dindarlık seviyesi arttıkça bu korku neredeyse ‘yok’ oluyor.

Fakat inandığı halde dinin gereklerini yerine getirmekte kendilerini eksik görenler, örneğin ara sıra namaz kılanlar, temel ibadetleri aksatanlar ve bilhassa kul hakkı yediğini düşünenlerde, ölüm korkusu çok daha derinden yaşanıyor.

Bunun sebebi ise inandığı dinin gereklerini yerine getirmesi gerektiği halde bunu yap(a)mamak ve dünya hayatında yapılan her fiilin mutlaka bir karşılığının olduğunu düşünmek/bilmek.

 

Dindarla Ateistin Ölümden Korkmaması Aynı Şey mi?

Ölümden sonrasını ‘yok oluş’ olarak tanımlayan bir kimse, ölümden korkmadığını beyan etse de ‘dünyadaki zevkleri sona erdirdiği’ için ölümü arzulamıyor.

Hatta ölümü yaklaştıran şeylerden, örneğin hastalanmaktan, yaşlanmaktan ziyadesiyle korkuyor ve tedirgin oluyor.

Ve bu gruptakilerin en büyük korkusu ise ‘yok olmak’ oluyor.

Demek ki bu düşüncedekiler, ölümden korkmadığını beyan etse de ölüme götüren şeylerden korkmadığını iddia edemiyor.

Fakat dindarlar için durum bambaşka bir yönde gelişiyor.

Dindar, ölümden korkmuyor, hatta ‘asıl hayatın başlangıcı’ olduğu için onu/ölümü arzuluyor. Çünkü ölüm, Yaratıcıya kavuşmak, Mevlana’nın ifadesiyle bir ‘Şeb-i Arus’ olarak görülüyor.

Yani insan dinini ne kadar içselleştirir, hayatına tatbik ederse, vicdanen rahatlıyor ve ölümden de o kadar az korkuyor.

Haliyle ölümü yaklaştıran yaşlılık korkulacak bir şey olmadığı gibi, bilakis ölümün müjdecisi olarak kabul ediliyor, hastalıklar da (inancı gereği tedbirini alıp tedavi yollarını arasa da) vuslat için bir sebep olarak görülüyor.

İşte ateist ile dindarın ‘ölüme dair düşük korku benzerliği’, burada keskin bir çizgiyle ayrılıyor.

 

Meseleye Bir de Ülkemiz Üzerinden Bakalım

Soru şu; insanların kendilerini büyük çoğunlukla Müslüman olarak tanımladığı ülkemizde ve hatta İslam aleminde, insanların ölüme dair algıları/tutumları hangi yöndedir?

Genel bir gözlemle dindarlığın toplumumuzda oldukça düşük seviyelerde olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

Öyleyse ‘ölüm korkusunun da’, dinini yaşayamamak ve kul hakkı yemek gibi sebeplerle yüksek seviyede olması beklenir. Yanılıyor muyum?

Demek ki toplum olarak ölümden ziyadesiyle korkuyoruz. Bugün yaşadığımız korkunun kaynağı da, virüs değil, virüsün sebep olabileceği ölüm oluyor.

Korkuyoruz, çünkü ölüm sonrasına dair endişelerimiz oldukça yüksek düzeylerde.

Peki bu korkuları asgariye indirmenin bir yolu var mıdır?

Elbette vardır. Birincisi bireysel olarak (Allah’la kul arasındaki) ibadetleri yerine getirmek, ikincisi ve ondan çok daha önemlisi ise (hem Allah’la kul arasında hem de bireyle toplum arasındaki) toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirmek.

 

Dindar (ideal kul) Kimdir?

Son söz olarak şunu ekleyelim ki, dindar derken, sadece bireysel düzeyde namaz kılan, orucunu tutan, Hacca giden kişileri kast etmiyoruz. İslam’ın idealleştirdiği dindarlık (aslında kulluk), en azından iki ayaklı bir durumdur.

Bireysel ibadetlerin yanında başta kul hakkı olmak üzere sosyal ilişkilerin gerektirdiği haklara riayet eden, bilhassa ‘para ve mal ile kurduğu ilişki dengede olan’ insanları kast ediyoruz.

Aksi takdirde sizin kendinizi dindar olarak tanımlamanız ve ‘ben ölümden korkmuyorum’ beyanınız anlam ifade etmemektedir. Şöyle ki, ‘hiç ölmeyecekmiş gibi’ dünyayla ilişki kuran bir kişi, eşyanın tabiatı gereği, istese de ‘ideal kul’ olamıyor, olamaz da.

Demek ki toplumumuzda şekil ve beyan itibarıyla kendini Müslüman, hatta dindar olarak tanımlayanların sayıca çok olmasına rağmen, toplumsal ilişkiler, istatistikler ve sonuçlar bağlamında bunun tam tersinin zuhur ediyor olması, bu hakikatin yansımasından başka bir şey değildir.

Ne dersiniz? Eğer mesele sadece şekilden ibaret olsaydı, ölümden de bu kadar korkar mıydık?

 





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
Henüz anket oluşturulmamış.
HABER ARA
YUKARI