Çünkü…
Türkiye, kuralsızlıkların, daha doğrusu, kural tanımazlıkların ülkesidir.
Bizde insanlar araçlarını hatalı park eder, polis bir şey yapamaz.
Bizde esnaf kaldırımı işgal eder, zabıta bir şey yapamaz.
Bizde öğrenci, dersi sabote eder, öğretmen, bir şey yapamaz.
Bizde memur işe geç gelir, erken çıkar, hatta çalışmaz, amir bir şey yapamaz.
Daha sayayım mı?
Polis ceza yazsa, eline bir telefon tutuşturulur. Hattın öteki ucundaki sesi ve söylediklerini tahmin edersiniz.
Zabıta ceza yazsa, esnaf soluğu ya belediye başkanının yanında, ya da parti binasında alır.
Öğretmen disipline verse, ya çıkışta ‘veliden dayak yer’, ya da idareden ‘güçlü bir uyarı’ alır.
Amir bir şey yapacak olsa, memurun ‘bir yerlere yakınlık derecesine göre’, kendine haritadan yer beğenebilir.
Çünkü insanların elinde ‘oy silahı’ vardır, politikacıları tir tir titreten!
Böyledir bizim ‘popülizm cenneti’ güzel ülkemiz…
***
Bizde işe girmenin de, terfi etmenin de ‘herkes için geçerli kural ve kaideleri’ yoktur.
Geçmişte de yoktu, bugün de yoktur, böyle giderse korkarım gelecekte de olmayacak.
Çünkü bizim ülkemizde ‘herkesin, her şey olabileceği’ garip (made in Turkey) bir sistem vardır.
Adına liyakat denilen şey, bizde, ‘birilerinin sizi, bir yerlere layık görmesi’ demektir.
Nasıl layık görüleceğiniz ise bellidir, vatandaş da bunu ‘oldukça iyi’ bilir.
Hukuk devletinin en temel kaidelerinden olan ‘öngörülebilirlik’, bizde ‘öngörülemezlik’ olarak çalışır.
Yani başınıza her an bir talih kuşu da konabilir, bir tuğla da düşebilir.
Böyledir bizim ‘oyunu kurallarına ! göre oynayanların yol aldığı’ güzel ülkemiz…
***
İşte böyle bir ülkede, Sağlık Bakanımızın, “İnsanları duyarlı olmaya davet ediyorum” çıkışları, bana ‘elinde düdük, ritmik bir şekilde çalan, bir yandan da arabaların sileceklerini kaldıran’ fakat hatalı parklara bir türlü engel olamayan trafik polisini hatırlatıyor.
Babacan bir tavrı olan Sağlık Bakanımız, evladına “oğlum yapma, kızım dur” diyen, fakat söz geçiremeyen merhametli bir baba gibi, sürekli nasihat ediyor ama dinleyen kim?
Çocuk kurallı yaşamaya alıştırılmamış ki!
Şimdi çocuğa mı, onu yetiştiren ana-babaya ve öğretmene mi, içinde yaşayarak toplumsallaştığı topluma mı, yoksa ‘Dicle kenarındaki kuzuyu, kurdun kapmasının hesabını verecek’ ülkeyi yönetenlere mi kızasın, insan bilemiyor ki…
Böyledir bizim, ‘çocukların ahlakını dış güçlerin bozduğu’ güzel ülkemiz…
***
Bizim ülkemizde, bilgi tecrübeye, zekâ kurnazlığa, sistem ise sistemsizliğe kurban edilir…
Ve bu ülkede politikacılar, ülkeyi kurtarmak için çırpınır durur!
Kimi üretim ekonomisi der, kimi de işsizliğe çözüm…
Kimi haksız kazançtan şikayet eder, kimi de gelir dağılımındaki adaletsizlikten…
Kimi taban fiyattan bahseder, kimi ihracatın artırılmasından…
İyi de bunlar mesele mi yahu, neden kendinizi böyle bilgi gerektiren, basit işlerle ! yoruyorsunuz ki?
Çağırın bir iktisat doktorunu, hadi doçenti olsun, size yapmanız gerekenleri söylesin, siz de yapın.
Bakın ekonominin kronik ve patolojik problemleri nasıl da birer birer çözülüyor.
Çağırın her konunun uzmanını, söylediklerini ‘armudun sapı, üzümün çöpü’ demeden uygulayın, bakın problem kalıyor mu ortada?
Siz neden böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, halkın size verdiği temsil görevini yerine getirmek varken!
Ama böyledir bizim ‘ekonominin nereye gittiğinin Tahtakale’deki simsara sorulduğu’ güzel ülkemiz…
***
Şaka değil, kinaye yapmıyorum, inanın bunlar mesele değildir.
Hepsi teknik meseleler, hesap makinesi olmasa da, bir uzmanın rahatlıkla çözeceği şeyler…
Elin Japon’unun, Alman’ının, İsveçlisinin bizden fazlası ne ki onların yaptığını biz yapamıyoruz?
Evet, mesele işte tam da burada.
Mesele, fazlalık meselesi…
Bizim onlardan hiç eksiğimiz yok, sadece biraz fazlamız var, bütün sıkıntımız da burada.
Nedir o fazla(lıklar)?
Bizde her şeyden en az iki tane vardır, biri resmi, biri de gayri resmi olan…
Mesela bizde vekillerimiz ‘günler torbaya girmiş gibi’ sabahlara kadar uyumaz, kanun çıkarır, uzmanlar dirsek çürütür, sistem kurar…
Ama vatandaşımız, kanuna uyarak, sistemin içinde kalarak yaşamak yerine, o kanun ve sistemin kıyısından dolanarak, köşesinden geçerek ‘adeta kendini onlardan koruyarak’ kendi kanun ve sistemini kurar.
Kurmakla kalmaz, uygular da. Hatta netice de alır.
Böylece biri resmi, diğer(ler)i de gayri resmi olmak üzere, problem çözme yöntemleri, hayatta kalabilme pratikleri geliştirir…
Seçeneği bol olan vatandaşımız da, ‘zamanın ve zeminin şartlarına göre’, hangisi işine gelirse, ona uyar…
Mesela yaya ise, kaldırıma park edeni şikâyet eder, kanunu hatırlatır, ama arabasını kaldırıma park etmesine engel olan polise “Nereye çekeyim, yer mi var” diye sitem eder ve kendi pratiğini uygular.
Yabancıların ‘bu araba buraya nasıl park etmiş’ diye hayretle baktığı, en olmadık yerlere araba park edebilme becerileri vardır bizim insanımızda.
Çünkü mesele, kanuni olarak oraya ‘park yapılır mı, yapılmaz mı’ meselesi değildir, mesele fiili olarak oraya ‘park yapılabilip yapılamayacağı’ meselesidir.
Bizde Alamanya’da çalışan gurbetçiler, orada kurallara uyarken, Türkiye’de uymazlar…
Özgürlük kapısı Kapıkule’yi geçince hemen o ‘ikincinin/alternatifin mevcudiyetinin derin hazzıyla dolar bedeni, ruhu…
Kendisine kendini katar adeta, birken iki oluverir…
Böyledir bizim, ‘yaptığı kanunları tanımayan politikacıların yönettiği’ güzel ülkemiz…
***
İşte bütün mesele, bu toplumu kurallı bir şekilde yaşatabilecek sistemin nasıl kurulacağı meselesidir.
Yani binaları, yolları, köprüleri, tünelleri, barajları yapan ‘hesap makinesinin çözemeyeceği’ meseledir, bu mesele…
Mesele, Platon’dan Marx’a, bilge/filozof kral/yönetici meselesidir.
Ve ne acıdır ki, tarihinde medeniyet inşa eden devlet adamları, fikir ve düşünce adamlarının bulunduğu neslin bugünkü torunlarının yaşadığı bu toplum, filozof kralı ya yetiştiremiyor, ya bulup çıkaramıyor, ya da değerini bilmiyor…
Yani bizde filozoflar kral olmuyor-olamıyor, kralların da filozof olmak gibi bir derdi hiç yok…
Son söz olarak, tavuk ve yumurta hesabına girmeden, çözülmesi gereken asıl meselenin, ‘problemleri çözecek isimlerin’ yetişmesi için gerekli şartları sağlama meselesi olduğunu düşünürüm.
E ne yapalım, böyledir bizim ‘100 kg taşıma kapasiteli araca 500 kg yükleyip de sonra arabayı itenlerin yaşadığı’ güzel ülkemiz…